OYUNCULUK TARİHİNDE KADININ YERİ

Kemal Oruç

Tiyatro hayatın aynasıdır, denir. Bu söze karşılık şu soruyu sormak yerinde olacaktır: Bu ayna tiyatro tarihi boyunca kadınları ne kadar ve nasıl yansıtmıştır?

Bu, özenle incelenmesi ve üzerine ciltler dolusu kitap yazılması gereken bir konudur. Bu araştırmamız, kadının oyunculuk tarihindeki yeri ve bu süreçte yaşadığı sorunlar üzerine bir farkındalık yaratmak için yapılmıştır. Böylece, günümüzde, başta kadın oyuncular olmak üzere, kadın sanatçıların sanatta ve toplumda varlığının ne denli önemli olduğunu göstermeyi amaçlamıştır.

Yaptığımız araştırmaya göre elimize geçen genel bilgiler şu şekildedir:

Bildiğimiz kadarıyla, ilk kadın sanatçılar, M.Ö. 4. yüzyılda Hellenistik Çağ tiyatrosunda, rahibelerden kurulu kadınlar korosunda yer almışlardır (Nutku, 2009: 108).

Antik Yunan Dönemi’nde, kadın karakterler erkekler tarafından oynanmıştır. Erkek egemen sistemde bir erkek tarafından yazılmış oyunda kadın karakterin bir erkek tarafından oynanması kadınları toplumsal olarak da yönlendirmiştir. Bu kurgu tarih boyunca erkek egemen sistemler tarafından var edilmiş ve kadının toplumdaki yerini ikinci plana atmak ve onları baskı altında tutmak için bir yöntem olarak kullanılmıştır. Bu dönemde, Euripides yazdığı oyunlarda kadın sorunlarını ve kadın psikolojisini işlemiştir.

Roma ve Bizans Dönemi’nde ise, kadınlar daha çok bir eğlence aracı olarak açık saçık pantomimlerde görülmüşlerdir (Nutku, 2009: 108).

Bu dönemde, Mimus oyunları dışında kadınlar sahneye çıkmazdı. Sahneye çıkan kadınlar köleler arasından seçilirdi. Güldürmek amacıyla yapılan ve sapıklığa varan açık saçıklığıyla bilinen Mimus’ta kadınlar bir cinsel obje olarak kullanılırdı. Kadınların sahneye çıkarılmasının tek sebebi seks sahnelerinin gerçekçi olabilmesiydi. Gladyatörlerin köleleri öldürdüğü ve bunun bir tiyatro oyunu gibi sahnelendiği Antik Roma Dönemi tiyatronun en çok aşağılandığı dönemlerden biridir ve bu dönemde tiyatro gösterileri aynı zamanda kadınları zengin erkeklere/soylulara sunmak için de kullanılırdı.

Önemli bir yere gelmiş ilk kadın tiyatro oyuncusu Theodora’dır (M.S. 500-548). Bir pantomim oyuncusu olan Theodora, kraliçe olduktan sonra tiyatro adına üretimde bulunmaya devam etmiştir.

Hrosvitha (935-1002), tiyatro tarihinde bilinen ilk kadın yazardır. Terentius’tan etkilenerek 6 Latince komedi yazmıştır. Oyunlarında olumlu kadın imgeleri yaratmıştır.

Ortaçağ Dönemi’nde de kadın karakterleri erkekler oynamaktaydı. Kadınların Iilk başlarda dini oyunlar kilisenin elindeydi. Bunlar oyunların yazılmasıyla kalmayıp temsile de katılıyorlar, öyle ki, kadın rollerini de erkek kilise görevlilerinin oynadığı görülüyordu. Kadın karakterleri oynayan başına bir mendil koyar, bir cübbe giyerdi. (And, 1973: 60).

Rönesans Dönemi’nde, İtalya’da, Commedia’da tiyatro tarihinde ilk kez kadınlar önemli bir konuma geldiler. Gelosi kumpanyasının armasında resmi yer alan (ilk profesyonel kadın oyuncu olan) Isabella Andreini (1562-1604), şairlerin sayısız sonelerinde kutsadıkları bu kadın oyuncu, oyun yazarı ve şair olarak hem İtalya’da hem de Fransa’da saygı gördü (Cole ve Chinoy, 1997: 43).

Rönesans İspanyası’nda ise, kadın oyuncular tiyatro topluluklarının en önemli üyeleriydi. Bu daha çok İtalya’daki Commedia dell’Arte etkisiyledir. Üstelik İspanya, kadın kılığında erkek oyuncuyu ahlaka aykırı buluyordu. Kadınların oynaması için, Madrid’de 1587’ye kadar herhangi bir izin verildiği kesin değilse de, bundan önce de kadın oyuncunun sahneye çıktığı sanılmaktadır. Ancak, birtakım kısıtlamalar da vardı. Kadın oyuncu ya aynı topluluktan bir erkek oyuncuyla evli ya da bir oyuncu çiftin kızı olmalıydı. Oyuncu değilse bile, erkek oyuncuların karıları yanlarında bulunmalıydı. Bununla birlikte soylu kişilerin ve kralların, kadın oyunculardan kapatmaları vardı (And, 1973: 67).

Bu dönemde soyluların sanat koruyuculuğuna soyunmaları, kadın oyuncuları elde etmek için sanata yatırım yapmaları, kadınların sahneye çıkabilmesinde çelişkili bir etken olmuştur.

İngiltere’de, 1656 yılına kadar kadın rollerini genç erkeklerin oynadığını Oyunculuk Sanatı adlı kitapta geçen şu cümleden anlıyoruz: “(…) 1656’ya kadar kadın oyuncu göremeyecek olan tiyatroda kadın rollerini canlandıran genç delikanlı çıraklar bulunurdu (Cole ve Chinoy, 1997: 59).

Shakespeare’in oyunlarındaki bazı kadın karakterlerini incelediğimizde onların güçlü, akıllı ve özgür iradesini kullanabilen kadınları temsil ettiğini görürüz. Ancak farklı yorumladığı kadın karakterleri de vardır. Shakespeare, oyunlarında kadını yer yer kötü, cehennem kadar kara, şehvet düşkünü, yalancı, çirkin ve şeytan olarak, yer yer de masum, melek, çıldırtan sevgili, sarışın dilber ve tanrıça olarak gösterir (Tangün, 2011: 18-47).

Fransa’da, kadın rollerini kadınlar oynamaktaydı. Genelde kadın oyuncular bir erkek oyuncuyla evliydi ve kadınlar bir oyunda kocalarıyla birlikte oynarlardı.

17. yüzyılda, Aphra Behn (1640-1689) ilk profesyonel kadın oyun yazarıdır. Birçok kez sahnelenmiş olan 18 oyun yazmıştır. Restorasyon Dönemi’nin getirdiği en büyük yenilik, tiyatronun kadın oyuncuya kavuşmasıydı. Çünkü, erkeğin kadın kılığına girmesi ahlak dışı görülmüştü. Bu, oyun yazarlarını da etkiledi, ilginç kadın karakterleri çizdiler. Oyun yazarları, belirli kadın oyuncuları düşünerek karakterler yaratıyorlardı. Sözgelişi, yazar Congreve, Aramainta, Angelica ve Millamant gibi kadın karakterlerini oyuncu Anne Bracegirdle’ü (1671-1748) düşünerek yaratmıştı. Çağın başında yine de bazı kadın rolleri oğlanlarca oynanıyordu (And, 1973: 71).

Bu dönemde batıda olduğu gibi Hint tiyatrosunda da kadın rollerini kadınlar oynamaya başladı. Yalnız Tibet’te kadın rollerini erkekler oynamaya devam etti.

Çin ve Japonya’da oyunculuk geleneksel olarak bir erkek işiydi. (…) Kabuki tiyatrosunun kurucusu kadınlardı. Ancak, 18. yüzyılda Çin sahnesi kadınlara yasak edildi. Bu yasak, imparatorun bir oyuncu kadınla evlenmesi üzerine konulmuştur. Japonya’da ise başladığından bir yüzyıla yakın zaman sonra imparatorluğun buyruğu ile yasaklandı. 20. yüzyılda Çin ve Japonya’da kadın oyuncu yine sahneye çıktı (And, 1973: 82).

18. yüzyılda, pek çok ünlü aktris vardır. Bunlar arasında Adrienne Lecouvreur, Matmazel Dumesnil sahne adıyla çalışan Marie-Françoise Marchand, Peg Woffinton, Sarah Siddons, Charlotte Desmares, Mrs. Anne Oldfield, Kitty Clive, Sophie Schröder, Tatyana Troyepolskaya, Katerina Semyanova yüzlercesi arasından birkaçıdır (Nutku, 2009: 113).

Rusya’da, Çariçe Elisaveta’nın (1709-1762) saltanatı sırasında tiyatronun, taşra kentlerine kadar yayıldığını aktaran Stanislavski (1992: 15-16), anlatımına şu şekilde devam eder: “Çariçe Elisaveta’ya teşekkür etmeliyiz, çünkü onun bu candan ilgisiyle yerel tiyatrolar kurma girişimleri, varlıklı aristokratlar arasında giderek bir moda haline geldi. Bu tiyatrolarda çalışan aktörlerle aktrisler, çoğunlukla, toprak köleleriydi. Fakat soylularda zamanla temsillerde rol almaya başladılar. (…) Kont Sheremetev tiyatro sevgisinde o derece ileri gitti ki, sonunda topluluğun köle aktrislerinden biriyle de evleniverdi. Bu esin perilerinin köleleri o zamanlar gerçekten çetin koşullar altında yaşamaktaydılar. Bakarsınız, efendileri bir gün göklere çıkarır onları, ertesi gün ahırda çalışmaya yollar; üçüncü gün de öküz, inek gibi satıverirdi.

Rus Çariçesi II. Katerina (1729-1796) bu dönemde sahne oyunları yazmıştır. Tiyatro her ne kadar imparatoriçeler tarafından desteklenmiş olsa da, bu dönemde Rusya’da kadın oyuncuların yaşadığı sıkıntılar, erkek oyuncuların yaşadığı sıkıntılardan çok daha büyüktü.

19. yüzyıl itibariyle romantizm tiyatroda da etkisini göstermeye başladı ve Romantik dram, yeni bir oyunculuk anlayışıyla birlikte ünlü kadın oyuncuların ortaya çıkmasını da sağladı. Bu oyunculardan bazıları Ristori, Rachel, Bernhardt, Rejane, Duse’dir. Özellikle Sarah Bernhardt (1844-1923) bu dönemde adını en çok duyuran kadın oyuncudur.

20. yüzyıldan günümüze kadar yalnızca oyunculuk alanında değil diğer tüm sanat dallarında da çok önemli kadın sanatçılar başarılarıyla dünyaya isimlerini duyurmuştur. Erkek egemen sistem içinde bir kadın sanatçının kazandığı başarıyı “mücadele” kelimesiyle ilişkilendirmek yerinde olacaktır.

Ülkemizde ise tiyatro sanatının gelişimi çok geç olmuştur. İlk Türkçe oyun 1859’da yazıldı. 1860’da yayınlandı. İlk oynanan Türk oyununda o zamanki şartlardan dolayı Ermeni oyuncular oynadı. Yine ileriki yıllarda 1869’a kadarki oyunlarda Ermeni oyuncular oynadı. Türkçe oynayan tiyatro grubu 1869 yılında kuruldu. Adı Tiyatro-yi Osmani idi. Tiyatro-yi Osmani’nin başında Güllü Agop Efendi vardı. (Arıkan, 1998: 458).

Kadın rollerini Ermeni kadınlar onuyordu. Türk kadınlarının oyunları seyretmesine yalnızca kumpanyalarda izin veriliyordu ve tiyatronun en güzel temsillerinin verildiği ramazan ayında kadınların oyun izlemesi yasaktı (Arıkan, 1998: 460).

Sahneye ilk çıkan Müslüman kadının, 19. yüzyılın ikinci yarısında, “Amelia” sahne adıyla çıkan, bir kazaskerin kızı olan Kadriye’dir. Bir temsilde tanındığı için, sonradan sahneyi bırakmak zorunda kalmıştır. 20. yüzyılda, 2. Meşrutiyet’ten sonra sahneye çıkan, ama sürekli polis takibi yüzünden sahneden uzaklaşmak zorunda bırakıldığı için uyuşturucuya alışan ve 1941’de yapayalnız ölen Afife (Jale)’dir (Nutku, 2009: 116).

 

Agah Özgüç’ün (2006) bu konuda verdiği bilgiler ise şöyledir: Sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadını 1889 yılında Nazilli’de sahneye çıkan Amelia sahne adıyla Kadriye’dir. İkinci olarak sahneye çıkan ise 1920 yılında Mevdude Refik’tir. Mevdude Refik’ten otuz gün sonra da, 15 Eylül 1920’de, Afife Jale (1902-1941) ilk kez sahneye çıkmıştır.

Cumhuriyetten sonra yazılan tiyatro oyunlarındaki kadın tiplerini incelediğimizde karşımıza şöyle bir karakterler dokusu çıkar: Yirmili, otuzlu, hatta kırklı yıllarda yazılan oyunlarda dramatik olanı yaratan genellikle suça eğilimli kadınlardır. Suçlu, ya da “Günahkar Kadın” tipi bu oyunların ortak malzemesi olmuştur denilebilir. Oyunun eylemini ateşleyen, olayları yaratan, kendisi ve çevresindekiler için yıkımı hazırlayan odur. Kötü eş, kötü anne, engellenemeyen tutkuları ile bir tehlike odağı oluştururlar. Çeşitli oyunlarda bu tipe yakıştırılan özellikler, kumar oynaması, içki içmesi, eğlenceye, lükse düşkün olması, makyaj yapması, saçını boyamasıdır. Suçlu kadın erkeğini çekip çeviremez, çocuklarına doğru eğitim veremez, cinsel dürtülerini kontrol edemez. Bu yüzden kocasını aldatmaya eğilimlidir. Kocasını, kayınbiraderi ile, üvey oğlu ile, asistanı ile aldatan kadınlar bu oyunların vazgeçilmez kara kişileri olmuştur. Vedat Nedim Tör’ün, Cevdet Kudret’in, Necip Fazıl Kısakürek’in, Nazım Hikmet’in, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın oyunlarında bu tipin çeşitli örneklerine rastlarız (Şener, 2011: 27-28)

Kadının sinema sanatına girmesi ise 19. yüzyıl sonunda başladı, 20. yüzyıl içinde de tüm dünya tarafından tanınan kadın yıldızlar var etti. (…) Ancak büyük sermaye gerektiren film yapımı ticarete dayalı büyük bir endüstriyi var ettiğinden, kadın genellikle bir ticaret metası durumuna gelmiştir. Çünkü onların ününün bir bölümünü ortaya çıkaran reklam medyası, Marilyn Monroe’nun bacaklarını, Brigitte Bardot’un dudaklarını, Sophia Loren’in göğüslerini pazarlayarak en geri bırakılmış ülkelerin en ücra köşelerinde bile “bu dişilerin görüntüleri birer fetiş katına yükselmiştir.” Elizabeth Taylor’un menekşe gözleri, mücevherleri ve aşkları manşet olmuş, sinema tanrıçalarının giyimleri, makyajları, tavırları, birçok genç kızın ideali olmuştur. (Nutku, 2009: 115).

Femme Fatale; ilişkiye girdiği erkeğe sonunda türlü sıkıntılar yaşatan çekici ve kötü kadın tiplemesi, sinemada kadın oyuncuların çoğunlukla canlandırdığı tiplemedir. Gerek tiyatroda gerekse sinemada kadın oyuncular kötü kadın karakterleri oynarken ne kadar başarılı olursa, alt metinde, bu başarının, kadını toplumsal olarak kötülediği düşünülmektedir. Bu çelişkili başarı, erkek egemen kültürün sistemsel bir oyunudur.

Sinemadaki ilk kadın yönetmen olan Alice Guy-Blaché (1873-1968), yönetmenliğe 1896’da başlamış ve toplam 14 film yönetmiştir.

Türkiye’nin ilk kadın yönetmeni Cahide Sonku’dur (1919-1981). Ruken Öztürk, Nuran Şener, Feyturiye Esen, Bilge Olgaç, Birsen Kaya, Lale Oraloğlu ve Türkan Şoray’ın 1951-1980 yılları arasındaki yönetmenlik süreçlerini, “erkek olmayan” ilk kadın yönetmenler olarak nitelemektedir. Söz konusu yönetmenlerin bu süreçte yönettikleri filmlerde kadın olmaları bağlamında ayırt edici bir özellik yoktur (Öztürk, 2004: 160).

Tiyatronun içinde olan ya da ilgi duyanların bildiği en büyük sorunlardan biri, yeterince kadın oyunu yazılmamış olmasıdır. Tiyatro tarihi boyunca yazılmış olan oyunların çoğunun, erkek egemen bir bakışla, erkeklerin dünyasını yansıttığını görürüz.

Edebiyatta da, örneğin masallarda, kadın karakterler, çoğunlukla, başı belaya giren ve onu kurtarması için bir zengin erkek kahramana ihtiyaç duyan kişiler olarak yansıtılmıştır. Bu da yine kadını değersizleştirmek için erkek egemen sistemin yarattığı bir oyundur.

Şiddet kadınların yaşadığı en büyük sorunlardan biridir. Tiyatroda, sinemada, edebi eserlerde ve hatta afişlerde kadının şiddet gören insan olarak vurgulanması var olan sorunu daha da büyütmektedir.

Örnek olarak; kadına uygulanan şiddete karşı yapılan afişlerde kadın dudağı patlamış, yüzü gözü morarmış halde gösterilir. Her ne kadar afişte “Kadına Şiddete Hayır!” yazsa da imgede vurgulanan şiddet görmüş kadındır. Özellikle çocuklarda ve ergenlerde slogan gidecek, ama bu imge kalacaktır. Böylece kadının sürekli şiddet gördüğünü vurgulayan imgeler kadının şiddet görüyor olmasını olağanlaştırmaktadır. Bu soruna sanatın her dalında, edebiyatta ve medyada sıklıkla rastlanmaktadır. Bunun, erkek egemen sistemde, kadını baskı altına alıp ataerkil üretimlerle kadının tüm alanlardaki güçlü varlığını zedelemek için yapıldığı düşünülmektedir.

Bundan sonra, değiştirici gücü herkesçe bilinen, sanatta, edebiyatta ve medyada yapılması gereken en önemli şey güçlü kadın karakterlerin öne çıkarılması ve vurgulanmasıdır. Böylece yalnızca sanat alanında değil, toplumun tüm alanlarında, kadınlar özgürce üretimde bulunabilecektir. Burada önemli ola, hep birlikte, erkek egemen sisteme karşı mücadele edilmesi gerektiğidir.

 

05.03.2015

www.kemaloruc.com.tr

 

Kaynaklar

AND, Metin; (1973), “Tiyatro Kılavuzu”, Milliyet Yayınları, İstanbul

ARIKAN, Yılmaz; (1998), “Uygulamalı Tiyatro Eğitimi 2”, Arıtaş Yayınları, İstanbul

COLE, Toby ve CHINOY, H. Krich; (1997), “Ünlü Oyunculardan Oyunculuk Sanatı 1”, Mitos Boyut Yayınları, İstanbul

NUTKU, Özdemir; (2009), “Troya’nın Tahta Atı”, Şenocak Yayıncılık, İzmir

ÖZGÜÇ, Agah; (2006), “Bir Sinema Yazarının Günlüğünden Aykırı Notlar”, +1 Kitap Yayınları, İstanbul

ÖZTÜRK, Semire Ruken; (2004), Sinemanın Dişil Yüzü, Om Yayınları, İstanbul

STANISLAVSKI, Konstantin; (1992), “Sanat Yaşamım”, Can Yayınları, İstanbul

ŞENER, Sevda; (2011), “Gelişim Sürecinde Türk Tiyatrosu”, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul

TANGÜN, Merih; (2011), “Shakespeare, Oyunlarındaki Kadın Karakterlerini Yüceltiyor mu? Yeriyor mu?”, Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölüm Dergisi, 17. Sayı, İstanbul